Bilim koronavirüsü nasıl yendi?

Bilim insanları normalde yıllar alan aşı geliştirme çalışmalarını nasıl bu kadar hızlandırabildi? Modern bilim tarihinin en büyük seferberliği nasıl başladı? Bilim dünyasının karanlık yüzünde neler vardı?

Sadece 11 ayda 70 milyondan fazla kişiye bulaşıp 1,6 milyondan fazlasının yaşamını yitirmesine neden olan COVID-19 pandemisin en karanlık güçlerinde etkili aşı haberleri mucize gibi geldi. Peki, bilim insanları normalde yıllar alan aşı geliştirme çalışmalarını nasıl bu kadar hızlandırabildi? The Atlantic’in bilim yazarı Ed Yong, bu muazzam hızın ardında, pandemini bilim dünyasında yarattığı seferberliğin ve araştırmalara ayrılan geniş kaynakların olduğunu belirtiyor. Ancak Yong’a göre süreçte bilim dünyasının zaafları da ortaya çıktı. Yong’un yazısından bazı bölümler aktarıyoruz:

“2019 sonbaharında COVID-19 üzerine araştırma yapan bilim insanı sayısı tamı tamına sıfırdı çünkü kimsenin hastalığın varlığından haberi yoktu. Hastalığa yol açan koronavirüs, SARS-CoV-2, henüz insanlara yeni sıçramıştı ve ne tespit edilmiş ne de adlandırılmıştı. Virüs, 2020 yılının mart ayı sonunda 170 ülkeye yayılıp 750 binden fazla kişiyi hasta etti ve modern bilim tarihinin en büyük seferberliği başladı. Binlerce araştırmacı meraklarını celbeden entelektüel bilmeceleri bir kenara koyup pandemi üzerinde çalışmaya başladı. Bilim birkaç ay içinde “COVID’leşmişti”.

Bilimsel öncelikler tarih boyunca hiç böyle değişmedi

Bu satırları yazarken sanal biyomedikal kütüphanesi PubMed’de 74 binden fazla COVID bağlantılı bilimsel makale bulmak mümkündü. Bu rakam insanlığı yüzyıllardır hasta eden çocuk felci, kızamık, kolera, dang humması ve diğer hastalıklar hakkında yayınlanan makalelerin iki katına ulaşıyor. Bun karşılık Keşfedildiği 1976 yılından bu yana Ebola ile alakalı sadece 9 bin 700 makale yayınladı. (…) New England Journal of Medicine’e, Eylül ayı itibarıyla, yayınlanma talebiyle 30 bin makale gönderildi. Dergi 2019’un tamamında 16 bin başvuru almıştı. (…) Ulusal Sağlık Enstitüsü Direktörü Francis Collins, “Daha önce bilimsel önceliklerin bu şekilde değiştiğine tanık olunmadı.” diyor.

Manhattan Projesi ve Apollo Programı gibi ünlü girişimler kadar salgınlar da çok sayıda bilim insanının enerjisinin bir noktaya yönelmesine neden oluyor. ABD’de 1918 grip pandemisi, İkinci Dünya Savaşı’nın tropikal bölgelerdeki savaş alanlarında sıtma tehdidi ve savaş sonrası yıllarda çocuk felcinde yaşanan artış büyük bilimsel seferberliğe yol açmıştı. Yakın zamanda Ebola ve Zika salgınlarında mali yardım ve yayınlarda kısa süreli patlamalar yaşanmıştı. Ancak McGill Üniversitesi’nden Madhukar Pai’nin dediği gibi, “Tarihte hiçbir şey bugünkü seferberliğe yakın bir seviyeye bile ulaşmamıştı.”

Bunun kısmen nedeni daha fazla bilim insanının bulunması… Sadece ABD’de 1960’tan 2010’a kadar biyolojik ve tıbbi araştırmalar yapanların sayısı 7 kat artarak 30 binden 220 binin üzerine çıktı. Öte yandan SARS-CoV-2, son yüz yılda ortaya çıkan virüslere göre çok daha hızlı biçimde çok geniş bir alana yayıldı. Batılı bilim insanları açısından Ebola gibi uzak bir tehdit olarak kalmadı. Onların akciğerlerinde de iltihaplanmaya yol açabilirdi. Hastalık nedeniyle laboratuarları kapanmıştı. Pai’nin dediği gibi, “Bizi evimizde vurmuştu.”

Bilimsel zeka virüse karşı birleşti

“Harvard’da Kyle Myers ve ekibi, ABD, Kanada ve Avrupa’dan 2 bin 500 bilim insanının katıldığı anketle, bilim insanlarının yüzde 32’sinin dikkatini pandemiye çevirdiğini tespit etti.

Koku duyusunu araştıran bilim insanları, COVID-19 hastalarının neden koku duyusunu yitirmeye eğilimli olduğunu araştırmaya koyuldular. Daha önce sadece kendilerine bulaştığında bulaşıcı hastalıklar hakkında deneyim edinen doktorlar, kendilerini siyasi karar alıcıları bilgilendirecek modeller hazırlarken buldular.

Arizona Üniversitesi’nden Michael D.L. Johnson, normalde bakırın bakteriler üzerindeki zehirleyici etkisi üzerinde araştırma yapıyordu. Ama SARS-CoV-2’nin bakır yüzeylerde diğer malzemelere göre daha kısa süre canlı kalabildiği öğrenince virüsün söz konusu metale karşı nasıl savunmasız kalabildiğini anlamak için araştırmalarını o yöne çevirdi. Başka hiçbir hastalık bu kadar kısa bir süre içinde bu kadar yoğun bir şekilde, bu kadar büyük bir birleşik zekâ tarafından incelenmemiştir.

Bu çabalar şimdiden meyvesini verdi. Yeni tanı kitleri virüsü birkaç dakikada tespit ediyor. Herkese açık devasa viral genom veri setleri ve COVID-19 vaka dosyaları yeni bir hastalığın evrimine ilişkin bugüne kadarki en ayrıntılı resmi ortaya çıkardı. Aşılar rekor sürede geliştiriliyor. SARS-CoV-2, bilinen patojenler arasında tüm özellikleri ortaya çıkarılmışlar arasına girerken, çözülen gizemler diğer virüsleri daha iyi anlamamızı sağlayacak ve dünya bir sonraki pandemiye daha hazırlıklı olacak.“

Düzenbazlar olmasa daha da hızlı olunabilirdi

“Ancak COVID‑19’un yarattığı bilimsel eksen kayması, bilimsel girişimin insani zaafları da ortaya çıkardı. Kusurlu araştırmalar, salgını daha kafa karıştırıcı hale getirerek siyasi karar alıcıları yanlış yönlendirdi.

Klinik araştırmacılar gereksiz ve anlamsız denemeler için milyonlarca dolar harcadı. Kendini beğenmiş düzenbazlar, uzmanlıklarının olmadığı konularda yanıltıcı çalışmalar yayınladılar. Bilimsel alandaki ırk ve cinsiyet eşitsizlikleri arttı.

(…) İnsanlar bundan on yıllar sonra bu döneme dönüp baktıklarında, bilim için bu olağanüstü hal hakkında hem iyi hem de kötü hikâyeler anlatacaklar. (…) ”

Bilimsel refleksler hızlandı

COVID-19 pandemisinin bulaşıcı hastalıklar ve ilgili dallardaki bilimsel çalışmaların araştırma kapasitesini artırdığını, “koronavirüsler üzerinde çalışan bilim insanlarının neden bu alanda yoğunlaştıklarını artık açıklamalarına gerek kalmadığını” belirten Ed Yong, pandemi araştırmalarında yakalanan ivmeyi örnekleriyle anlatıyor:

“Açık veri kümeleri ve bunları analiz etmeye yarayan gelişmiş yeni araçlar günümüz araştırmacılarını daha esnek hale getirdi. Çinli bilim insanları SARS‑CoV‑2’nin genom dizilimini ilk vakadan sadece 10 gün sonra çözdü ve paylaştı. Kasım ayına kadar 197 binden fazla SARS‑CoV‑2 genom dizilimi çözüldü. Yaklaşık 90 yıl önce, hiç kimse tek bir virüs bile görmemişti. Bugün, bilim insanları SARS‑CoV‑2’yi tek tek atomların konumuna kadar yeniden inşa ettiler. Araştırmacılar, SARS‑CoV‑2’nin muhtemel rezervuarı olan vahşi yarasalardaki diğer koronavirüslerle karşılaştırıldığında farklarını; virüsün hücrelerimize nasıl sızdığı ve onları ele geçirdiğini; bağışıklık sisteminin buna nasıl tepki verdiğini ve COVID‑19 belirtileri yarattığını ortaya çıkardılar. (…)

Mart ayında, yeni koronavirüsü hızla ortadan kaldırma ihtimali zayıf görünüyordu. Salgına ancak bir aşının son verebileceği ortaya çıkınca aşı üretme yaratma yarışına girişildi ve bu büyük bir başarıyla sonuçlandı. Süreç normalde yıllar alır. Ama ben bu satırları yazarken 54 farklı aşı güvenlik ve etkinlik testine tabi tutuluyordu ve bunlardan 12’si son kontrollerin yapıldığı 3. Aşama klinik denemelere alınmıştı. Yazıyı hazırlarken Pfizer/BioNTech ve Moderna, bu denemelerden elde edilen ön sonuçlara dayanarak, kendi aşılarının COVID‑19’u önlemede kabaca yüzde 95 etkili olduğunu duyurmuştu. (…)

Aşıların çoğu ölü, zayıflamış veya parçalanmış patojenler içerdiği için yeni bir tehdit ortaya çıktığında sıfırdan yapılmalıdır. Ancak ABD ve diğer ülkeler son on yılda bu yavaş “tek virüs, tek ilaç” yaklaşımından uzaklaştı. Bunun yerine, standart bir ana gövdede yeni virüsleri hedefleyen farklı görev yüklerine göre kolayca özelleştirilebildiği “platform” adı verilen teknolojilerine büyük yatırım yaptılar. Örneğin, Pfizer/BioNTech ve Moderna aşılarının her ikisi de SARS‑CoV‑2’nin genetik materyali olan mRNA parçalarını içeren nanopartiküllerden oluşuyor. Gönüllülere bu parçacıklar enjekte edildiğinde, hücreleri, virüsün bulaşıcı olmayan bir parçasını yeniden oluşturmak için mRNA’yı kullanır ve bağışıklık sistemlerinin onu nötralize eden antikorlar hazırlamasına izin verir. Daha önce hiçbir şirket pazara bir mRNA aşısı sunmamıştı. Ancak temel platform zaten iyileştirilmiş olduğundan, araştırmacılar bunu SARS‑CoV‑2’nin mRNA’sı ile hızla yeniden kullanabilirler. Moderna, aşısını Faz 1 klinik denemelerine 16 Mart’ta, yani yeni virüsün genomunun ilk yüklenmesinden sadece 66 gün sonra, COVID öncesi aşılardan çok daha hızlı bir şekilde başlayabilmişti.

Bu arada şirketler, güvenlik ve etkililiği kontrol ederken, normalde sıralı olan adımları paralel olarak yürüterek aşı geliştirme sürecini sıkıştırdılar. ABD, (…) aynı anda birkaç şirketi finanse etti (…) denemeler tamamlanmadan önce dozları sipariş etti ve üretim tesislerine yatırım yaptı. Bu da ilaç şirketlerinin riskini azalttı. (…)

2021 sonbaharı başka olacak

Ed Yong, bilim insanlarının kısa sürede aşı geliştirerek büyük bir başarı gösterdiğini belirtmekle birlikte pandeminin seyrine ilişkin belirsizliklerin sürdüğüne dikkat çekiyor. Yine de bilim dünyası, 2021 dünyasına daha pozitif bakıyor:

“Aşılar pandemiyi hemen bitirmeyecek. Milyonlarca doz aşın üretilmesi, tahsis edilmesi ve dağıtılması gerekecek. Çok sayıda Amerikalı aşılanmayı reddebilir ve aşıların yaratacağı bağışıklığın ne kadar süreceği hâlâ belirsiz. En tozpembe senaryoya göre Pfizer/BioNTech ile Moderna’nın aşıları onay alıp gelecek 12 ayda herkese vurulabilir. Yılsonuna doğru virüs taşıyıcı bulmakta güçlük çekmeye başlayınca ABD’de sürü bağışıklığına ulaşılır. Virüs hâlâ ortalıkta dolaşır ancak salgınlar düzensiz ve kısa ömürlü hale gelir. Okullar ve işyerleri yeniden açılır.

Ayrıca bir sonraki sefer gizemli bir patojen ortaya çıktığında bilim insanları bunların genetik materyallerini işe yaradığı kanıtlanmış platformlara yerleştirecek ve elde edilen aşıları pandemi sırasında geliştirdiğimiz hızlı kanallardan dağıtacağız. (…)

Neden daha hızlı olunamadı?

Ed Yong, bilim dünyasındaki muazzam seferberliğe rağmen etkin aşı ve tedavi yollarının daha erken geliştirememesinin nedenlerini de sıralıyor:

“Aşı geliştirme süreci ne kadar hızla olursa olsun, daha hızlı olabilirdi. İşin ciddiyetine rağmen yeterli uzmanlığa sahip bazı ilaç firmaları yarışa girmemeyi tercih ettiler. Belki de yoğun rekabet onları caydırdı. (…) Bazıları kaçınca diğer ilaç şirketleri COVID‑19 ilacı geliştirme çabalarını üç katına çıkardı. Onlarca yıllık steroid ilacı deksametazonun, soluma cihazına bağlı ağır hastalar arasında ölüm oranlarını yüzde 12’den fazla azalttığı ortaya çıktı. (…) Monoklonal antikor tedavisi bamlanivimab gibi yeni tedavilerin, henüz hastaneye kaldırılmamış yeni enfekte hastalara yardımcı olabileceğini gösterdi. Ancak bu kazanımlar önemli olsa da sayısı çok az. Çoğu ilaç etkili olamadı. Sağlık çalışanları, hastaneye yatırılan hastaları, her derde deva ilaçlardan ziyade daha iyi temel tıbbi bakımla iyileştirdiler (…)”

Deneyim en büyük kazanç

COVID-19 pandemisi sırasında çok sayıda verimsiz ve sonuçsuz bilimsel çalışma yapıldığı ve bunlarla çok fazla kaynak ve zaman kaybedildiğini belirten Ed Yong, yine de COVID-19’da sağlanan bilimsel seferberliğin uzun vadede yararının çok olacağını vurguluyor:

“Bir virüs en son 1918 Grip Salgını’nda bu kadar yıkıma yol açmıştı. O zamanlar bilim insanları virüsleri yeni yeni öğreniyordu ve suçlu bir bakteri bulmak için fazla vakit harcadılar. Bu kez farklı… Pek çok bilim insanı, bir virüsün milyonlarca vücuda yaptığı korkunç şeyleri dikkatle gözlemlerken, bu patojenler hakkında düşünme şeklimizi sonsuza kadar değirebilecek dersler çıkarılıyor. (…)

HIV/AIDS araştırmaları bağışıklık sistemi onun nasıl çöktüğüne dair anlayışımızda devrim yaratmıştı. Bu araştırmalar hepatit C tedavisinde kullanılabilecek antiviral hapların geliştirilmesini sağlamıştı. Inaktive edilmiş HIV’ler kanser tedavisinde ve genetik bozukluklarda kullanılmaya başlandı. Bir hastalıktan zincirleme faydalar elde edildi. COVID-19 farklı olmayacak. (…)

COVID‑19 alışılmadık şekillerde davranıyor gibi göründüğü için etrafında korkunç bir esrarlı hava oluştu. Bazılarında hafif belirtiler gösterirken diğerlerinde ağır hastalığa yol açtı. Solunum yolları virüsü olmasına rağmen kalp, beyin, böbrek ve diğer organlara saldırıyor gibi görünüyor. Son zamanlarda iyileşen az sayıda insana yeniden bulaşabildi. Ancak aynı kabiliyetlere başka virüsler de sahip. Sadece birkaç ay içinde milyonlarca insana bulaşıp bütün bilimsel topluluğun dikkatini çekmiyorlar. COVID‑19 sayesinde, daha fazla araştırmacı viral enfeksiyonların nadir görülen yönlerine arıyor ve tespit ediyor.

Solunum yoluyla bulaşan virüsler çok yaygındır ama sıklıkla ihmal edilir. Solunum sinsisyal virüsü, parainfluenza virüsü, rinovirüs, adenovirus, bokavirüs gibi insan koronavirüsleri çoğunlukla hafif nezle türü hastalık yaratırlar ama bazen şiddetli olabilirler. (…) Solunum virüsleri, pandemiye neden olma olasılığı en yüksek olan patojenlerdir ve bu salgınlar potansiyel olarak COVID‑19’dan çok daha kötü olabilir. (…)

Başka bir pandemi kaçınılmaz ama karşısında COVID‑19’un yarattığından çok farklı bir bilim insanı topluluğu bulacak. Bilim insanları, büyük olasılıkla başka bir solunum virüsü olacak olan patojenin, aerosollerden geçip geçmediğini ve semptomlara neden olmadan önce enfekte insanlardan yayılıp yayılmadığını belirlemek için derhal çalışmaya başlayacaklar. Maske ve solunum cihazlarını aylarca süren tartışmalardan sonra değil erkenden talep edebilirler. Hastalık sonrası uzun nakahat dönemlerini önceden tahmin edip umarım bunları önlemenin yollarını keşfedecekler. En umut verici ilaçlara öncelik vermek ve büyük klinik denemeleri koordine etmek için araştırma grupları oluşturabilirler. COVID‑19’a karşı en iyi sonucu veren aşı platformlarını alıp, yeni patojenin genetik materyalini yerleştirebilir ve aylar içinde bir aşı hazırlayabilirler.”

COVID seferberliği diğer araştırmaları vurdu

Ed Yong, tüm yararlarına rağmen son dönemde araştırmaların COVID-19 üzerinde yoğunlaşmasının bir dizi olumsuz sonuca da yol açacağına da dikkat çekiyor:

“Bilim genellikle sıfır toplamlı oyundur. Bir konu dikkatler ve para üzerinde tekel oluşturduğunda diğerlerini her şeylerini kaybeder. 2020’de sosyal mesafelendirme tedbirleri, başka çalışmalara yönlendirilen fonlar ve dikkatini farklı yöne çeviren bilim insanları yüzünden çok sayıda araştırma yerlerde sürünmeye başladı. Uzun vadeli göçmen kuş izleme veya iklim değişikliği araştırmaları iptal edildiği için veri kümelerinde devasa boşluklar oluşacak. Maymunları korumaya çalışan vahşi yaşamı koruma uzmanları zaten nesilleri tükenmekte olan türlere COVID-19 bulaştırmamak için onlardan uzak duruyorlar. ABD’de milyarlarca dolar değerinde COVID-19 dışındaki klinik deneylerin yüzde 80’i hastanelerin yükü arttığı veya denekler evlerinden çıkamadığı için ya kesintiye uğradı ya da durdu. Diğer bulaşıcı hastalıklarla ilgili araştırmalar bile frene bastı. (…)

COVID-19 nadir görülen bir felaket olduğu için toplumun ve bilim insanlarının ona öncelik vermesi anlaşılır. Ancak seferberliğe fedakârlık kadar fırsatçılık da yön veriyor. Hükümetler, hayırseverler ve üniversiteler COVID-19 araştırmalarına büyük meblağlar kanalize ediyor. (…) Nitekim, neredeyse COVID-19 kadar yaşamın yitirilmesine, yılda 1,5 milyon kişinin ölümüne neden olan verem araştırmaları fon bulunamadığından neredeyse tamamen durdu.(….)

‘Alıntılanma’ merakı ihlalleri artırdı

Ed Yong, COVID-19 seferberliği sırasında konunun uzmanı olmayan birtakım uzmanların, makalelerine akademik alıntı sayısını artırma uğruna bilimselliği kuşkulu iddialarla bilgi kirliliğine yol açıp kamuoyunu yanlış yönlendirdiğini de hatırlatıyor:

“En kalifiye uzmanlar hızla pandemiyle mücadeleye gömülürken, evlerinde kapalı kalan diğerleri katkıda bulunmanın yollarını aradılar. Bilimi hızlandıran aynı sistemleri kullanarak, verileri ücretsiz veritabanlarından indirebildiler, gelişmiş araçlarla hızlı analizler elde edip çalışmalarını bilimsel süzgeçten geçirmeden (…) yayınlayabilirlerdi. Çoğu zaman, akademik yollarından çıkarak ve aşina olmadıkları bölgelere doğru ilerleyerek işleri daha da kötüleştirdiler. Fordham Üniversitesi felsefe profesörlerinden Nathan Ballantyne, bunu “epistemik ihlal” olarak adlandırıyor. Aslında iyi bir şey de olabilir: Kıtaların kaydığı tezi bir meteorolog olan Alfred Wegener tarafından savunulmuştu. Mikroplar ilk olarak bir tuhafiyeci olan Antonie van Leeuwenhoek tarafından keşfedilmişti. Ancak çoğu zaman, epistemik ihlal, özellikle deneyimsizlik ve aşırı güvenle birleştiğinde sadece karışıklıktan başka bir şey yaratmaz.

Nitekim 28 Mart’ta bilimselliği incelenmemiş bir makalede, BCG aşısını kullanan ülkelerde COVID-19 ölüm oranının düştüğü belirtildi. Ancak bu tür ülkeler arası karşılaştırmaların utanç verecek kadar aldatıcı olduğu bilinir. Örneğin, daha yüksek sigara kullanım oranlarına sahip ülkelerde ortama ömür daha uzundur ama bu durum sigaranın ömrü uzatmasından dolayı değil, zengin ülkelerde daha fazla tütün mamulü tüketilmesinden kaynaklanır. (…) Ama New York’ta bir kemik hastalıkları üniversitesinden olan BCG yazarları bunu muhtemelen bilmiyorlardı. Ancak makaleleri 70’den fazla medya kuruluşu tarafından haber yapıldı ve düzinelerce deneyimsiz ekip benzer şekilde yanıltıcı analizler sundu. (…)

Bazı durumlarda, kötü makaleler halk arasına pandemiye ilişkin söylentilerin şekillenmesine yol açtı. 16 Mart’ta, iki biyocoğrafyacı, COVID‑19’un sıcak ve nemli koşullarda yaşamayı başaramadığı için “tropik bölgelerin salgında az etkileneceğini” savunan bilimsel gözden geçirilmemiş bir makale yayınladı. (…) İddia, 50’den fazla medya organın da haber yapıldı ve Birleşmiş Milletler Gıda Programı tarafından bile ciddiye alındı. Oysa COVID‑19 o tarihten sonra Brezilya, Endonezya ve Kolombiya gibi tropikal ülkelerde hızla yayıldı (…)

Bilim insanlarını ihlale teşvik eden çok sayıda neden var. Akademisyenler arasında (…) rekabet çok fazla ve başarının kapısı daha çok makale yayınlamakla aralanıyor (…) Bu faktör, bilim insanlarını titizlik ve hassasiyetlerinden ödün verip hızlı olmaya, kısa vadeli düşünmeye ve aldatmacaya yöneltti. Pandemi, bu eğilimi iyice artırdı. Keza bilgiye aç endişeli insanlarla dolu bir dünyada herhangi bir yeni makale uluslararası basında anında yer alabilir ve yüzlerce alıntı yapabilir.

Tıp bir sosyal bilimdir

Ed Yong yazısına tıp biliminin COVID-19 sonrasında ne yönde ilerlemesi gerektiğine dair görüşlerini sıralayarak son veriyor:

“COVID-19 şimdiden bilimi büyük ölçüde değiştirdi, ancak bilim insanlarının (…) tıbbın nasıl olması gerektiğine üzerine de düşünmeleri gerekecek. 1848’de Prusya hükümeti, Yukarı Silezya’daki tifüs salgınını araştırması için Rudolf Virchow adında genç bir doktor göndermişti. Virchow bölgeyi kasıp kavuran hastalığa neyin yol açtığını bilmiyordu ama yayılmasına muhtemelen kötü beslenme, tehlikeli çalışma koşulları, kalabalık evler, kötü hijyen koşullarının yanı sıra devlet memurları ve aristokratların ilgisizliği gibi toplumsal ve siyasi reform gerektiren etmenlerin yol açtığını fark etti. Wirchow, “Tıp sosyal bir bilimdir ve siyaset, tıbbın büyük ölçekli bir versiyonundan öte değildir” diyordu.

Tıbba yönelik bu yaklaşım, mikrop teorisi 19’uncu yüzyılın sonlarında ana akım haline geldikten sonra ayaklar altına alındı. Tüberküloz, veba, kolera, dizanteri ve sifilize yol açan mikroplar keşfedilince bilim insanları tüm dikkatlerini bu can düşmanlarına verdi. Bilim insanları siyaseti (…) “dikkat dağıtıcı” etmen olarak görmeye başladılar. Bu ayrılma hijyen, yaşam standartları, beslenme ve hijyendeki ilerlemeler ortalama ömrü uzatırken daha da arttı. Toplumsal koşullar iyileştikçe hastalıklarda bu koşulların önemi giderek daha fazla göz ardı edilmeye başlandı. (…)

20’inci yüzyılın ikinci yarısında (…) kadın hakları, insan hakları hareketleri, çevreciliğin yükselişi ve savaş karşıtı protestolar bilimin “Meşruiyeti, ideolojisi ve uygulamasını” sorgulayan yen bir bilim insanı nesli yarattı (…) 1980’lerden başlayarak, yeni bir toplumsal epidemiyolog dalgası bir kez daha yoksulluğun, ayrımcılığın ve yaşam koşullarının bir kişinin sağlığını nasıl etkilediğini incelemeye başladı. (…) Ancak COVID-19’un gösterdiği gibi, yeniden entegrasyon henüz tamamlanmadı.

COVID-19’u başlarda siyasetçiler hastalığı “Büyük dengeleyici” olarak niteliyorlardı. Ama demografik veriler yayınlanmaya başlayınca hastalığın beyazlar dışındakileri daha fazla bulaştığı ve öldürdüğü ortaya çıktı. Eşitsizlikler biyolojik değildir. Bunlar, (…) on yıllarca süren dışlanma ve ayrımcılıktan kaynaklanıyor (…)

İnsanların toplumun iyiliği için konforundan vazgeçmesine dayanan maske takma ve evde kalma gibi basit eylemler, etkili ilaç veya aşıların olmadığı aylarda virüse karşı temel savunması şekli haline geldi. (…) “Peki, çocuklar 2 yıl boyunca okula gidemeyecekler miydi?” (…) Bir çocuğun okulunu yanlış zamanda kesintiye uğratmak tüm kariyerlerini etkileyebilir. Bu nedenle bilim adamları, okulların güvenli bir şekilde yeniden açılıp açılamayacağını ve nasıl açılacağını anlamak için araştırmaya öncelik vermelidir. Ancak okullarda COVID‑19’un yayılmasına ilişkin çoğu çalışma ne geniş kapsamlıydı ne de kesin sonuç verebilecek şekilde tasarlanmıştı. Önlerinde aylar olmasına rağmen hiçbir kamu kuruluşu bu tür bir çalışmaya fon ayırmadı. (…)

Rudolf Virchow’un Yukarı Silezya’da gördüğü dehşet onu radikalleştirdi ve geleceğin “modern patolojinin babasını” sosyal reformları savunmaya yönlendirdi. Mevcut salgın bilim adamlarını da aynı şekilde etkiledi. (…) COVID‑19, tıbbın toplumsal biyolojik yönlerini yeniden birleştiren ve çok uzun süredir ayrılmış olan disiplinleri birbirine bağlayan bir katalizör olabilir. (…)

Bilimsel topluluk, pandemi salgın öncesi yılları, deney yapmanın, veri paylaşmanın ve aşı geliştirmenin daha hızlı yollarını tasarlayarak geçirdi. Bu da COVID‑19 ortaya çıktığında hızlı bir şekilde harekete geçmesine izin verecek. Şimdiki hedefi, devam eden birçok zayıflığına çare üretmek olmalı… COVID ‑ 19, çarpık teşvikler, savurgan uygulamalar, aşırı güven, eşitsizlik ve biyomedikal önyargıları ortaya çıkardı. Ama bunu yaparken, bilim dünyasına en önemli özelliklerinden birini uygulama şansı da sunuyor: Kendisine çeki düzen vermek.”

Kaynak: FİKİR TURU

Bu yazının orjinaline erişmek için FİKİR TURU sitesini ziyaret ediniz. 

Bu yazı ilk kez 17 Aralık 2020’de yayımlanmıştır.

 

Bilim koronavirüsü nasıl yendi?” için 3 yorum

  • 19 Aralık 2020 tarihinde, saat 21:37
    Permalink

    Şimdi ben yazıdan şunu anladım. 2020 yılındaki bilimsel çalışmayı ve yapılan fon desteklerini yüzyıllar önceki salgınlara, hastalıklara bulunan çareler ile kıyaslama yapılmaktadır.
    Bu biraz ilginç geldi.

    Ama her şeye rağmen, bilimin bu kadar gelişmesi sevindirici olduğunun yanında, bilimin hukukunun olmaması ve yapay zekanın sınırlarının belirtilmemiş olması, beni açık bir şekilde endişelendiriyor.

    Yanıtla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir